Sayın Bakan, Kıymetli Hazirun, Değerli Sarıkamışlılar; hepinizi hürmet ve saygılarımla selamlıyorum.
Bu anlamlı günde, milletimiz için böyle önemli bir yerde sizlerle bir arada bulunmaktan dolayı duyduğum gururu ifade ederek sözlerime başlamak istiyorum.
Burası Sarıkamış… Burası milletimizin en hazin hikâyesine ve en çetin mücadelesine şahitlik eden şehirdir.
Sarıkamış; hem ciğerimizi yakan ağıt hem de yüreğimizi kabartan destandır. Sarıkamış; kanlı bir yenilginin değil, şanlı bir direnişin ismidir.
Bir kış günü Sarıkamış’ın kapılarına dayanan Mehmetçikler; soğuğa, imkânsızlığa ve talihsizliğe karşı unutulmaz bir kahramanlık destanı yazmışlardır.
O gün Sarıkamış’ta buz tutmuş toprağa düşen yiğitler, bütün memleketin bağrına bir ateş gibi düşmüş, Anadolu yaylasının her bir köşesinden bir başka ağıt yükselmiştir.
Fakat şunu unutmamak gerekir ki Anadolu’nun Türk kalabilmesi ve bu ülkenin hür olabilmesi; o ağıt yakan anaların, destan yazan evlatları sayesindedir.
Peki Mehmetçik’i bir kış günü sarp dağlardan geçiren, nefesin buz tuttuğu soğukta yollara düşüren nedir? İşte bu sorunun cevabı; bizlere Sarıkamış’ın hikâyesini anlatmaktadır. Sarıkamış’ın hikâyesi, Çanakkale’nin ve Yemen’in hikâyesinden, kısacası bu memleketin hikâyesinden ayrı değildir.
Cihan harbinin ateş çemberi tarafından sınırları çepeçevre sarılan Türk vatanı; dört bir yönden saldırıya uğramaktadır. 1914’ün aralık ayı; Doğu Anadolu’ya kanlı pençelerini atmış bulunan istilacılara karşı topyekûn harekete geçilen tarihtir.
Erzurum’un bazı kazaları düşmanın elinden geri alınmış, Mehmetçik çelik süngüleri ve çelikten iradesiyle işgal hatlarını yara yara ilerlemektedir.
Sarıkamış; stratejik anlamda bakıldığında bütün talihsizliklere rağmen, başarısız olmuş bir harekât değildir. Harekâtın amacı doğu cephesindeki işgalin ilerlemesini durdurmaktır. Nitekim Mehmetçik’in çelik göğsüne çarparak sarsılan işgalciler; zaman içinde yıkılıp devrilecektir. Bu anlamda Sarıkamış; bir hezimet sayılıp küçümsenemez.
Elbette hiçbir savaş alanı; kâğıt üzerinden, haritalara bakarak çözümlenemez. Çünkü her cenk meydanında çarpışan, yere düşen, can veren insanlar vardır. Sarıkamış da bir satranç oyunu soğukluğunda çözümleyebileceğimiz hadiselerden değildir. Zira bu şehrin sokaklarında, ormanlarında ve dağlarında can veren vatan evlatları vardır.
Ama Sarıkamış’ın hikâyesini dinleyen yeni nesiller şu hakikati unutmamalı ve hafızalarına, kalplerine, ruhlarına nakşetmelidir. Sarıkamış; Mehmetçiğin tek kurşun atmadan dağlarda donduğu yer değildir. Çanakkale gibi, Sakarya gibi, Yemen gibi, göğüs göğse düşmanla çarpıştığı yerdir.
Türk askeri; bugün nasıl Afrin’de, El Bab’da, Azez’de destanlar yazıyorsa, dün de Sarıkamış’ta destanlar yazmıştır.
Unutmamalıyız ki 1915’in başında Sarıkamış’ta bir talihsizliğe kurban giden bu ordu ile aynı yılın m
art ayında Çanakkale’de destan yazan aynı ordudur.
Kut’ül Amare şehrinde zaferi elde edip işgal komutanını esir eden irade, aynı iradedir.
Üstelik 1915’in ocağında karlı dağları aşarak Sarıkamış’a giren Türk ordusu, yarım kalmış ilerlemesini 1918’te tamamlamış ve Bakü’ye kadar giderek Azerbaycan’ı dahi düşman işgalinden kurtarmıştır.
Yalnızca Sarıkamış gibi tahammülü zor neticelerde değil, aynı zamanda gurur duyduğumuz zaferlerde de aynı başkumandanın imzası vardır. Bu imzanın sahibi, Şehit Enver Paşa’dır…
Bu toprağın bağrından çıkan aslanlar; düşmanla savaşmadan ölmemeyi şiar edinmiştir. Her Türk Anası evladını cepheye yollarken; oğlu düşmana hakkıyla kurşun sıkmaz ise ona süt hakkını helal etmeyeceğini söylemiştir.
Böylesi ağır bir şartla, ellerine yakılmış kurbanlık kınasıyla, anaya verilmiş yeminlerle yola çıkan Mehmetçik; insanın iliğini donduracak soğuğa aldırış etmemiş ve Allahuekber Dağları’nı bu sayede aşmıştır. Onlar düşman üzerine yürürken kalpleri üzerinde anne duası, millet davası ve vatan sevdası vardır.
Elbette Allahuekber Dağları’nın aşılması zor dorukları, kartal yuvası zirveleri; insanoğluna kolay geçit veren yükseltiler değildir. Fakat Türk askerinin azim ve kararlılığı; dağları dize getirmiştir. Ergenekon’da demirden dağları eriten kudret; efsaneler çağından Yirminci Yüzyıl’a miras kalmış ve Mehmetçik’in damarlarında alev alev dolaşmaya başlamıştır.
Allahuekber Dağları’nın bizim yiğitlerimize baş eğmediği, önlerine set çektiği zamanlar da olmuştur. İşte o demlerde dahi Mehmetçik yine gücünün son zerresine kadar ilerlemeye çalışmıştır. Çünkü onun bir hedefi, bir gayesi, Mehmetçiğin gelişini bekleyen bir menzili vardır. Fakat bacaklarında takat kalmadığında yere düşmüştür Mehmet. Fırtınanın, tipinin yolundan çeviremediği o kahraman; şimdi yerdedir. Uğruna dövüştüğü sancak daima göklerde kalsın diye, Mehmetçik yere düşmüştür. Üzerini beyaz bir yorgan gibi örten karlara sımsıkı bürünür. Allahuekber Dağları’nda toprağa düşen Mehmet; “ALLAHU EKBER!” diyerek Hakk’a yürür.
O andan sonra bir yanık türkü olur Mehmet. Belki kavuşması mahşere kalan bir yârin dilinde “karlı dağlar karanlığın bastı mı” diye hüzünlenmektedir. Belki de oğlunun kokusu burnundan gitmeyen bir ana, her seherde Mehmet’e seslenmektedir: “Yüzbaşılar binbaşılar / Tabur taburu karşılar / Yağmur yağıp gün değince / Yatan şehitler ışılar”.
Evet… Allahuekber Dağları’nda parıldayan yalnızca Mehmetçiklerimizin şehit bedenleri değildir. Sarıkamış’ın her karış toprağında parıldayan; Türk milletinin soylu evlatlarının ispat ettiği fedâ ve bekâ ruhudur. Allah’ın izniyle dünya dönmeye devam ettiği müddetçe bu ruh yaşayacaktır.
O ruh; “din’ü devlet, mülk’ü millet” baki kalsın diye, 20 yaşında bir delikanlıya koca bir memleketin kaderini ve kederini omuzlatan gayrettir. Malazgirt’i kazanan, İstanbul’u fetheden inançtır.
Çanakkale’yi, Sakarya Zaferi’ni ve İstiklal Harbi’ni; tarihin binlerce yıllık anıtına altın harflerle kazıyan o ruhtur.
15 Temmuz’da Türkiye’nin bağrına hançer saplamak isteyen ihanet çetesine dur diyen, hainler güruhundan meydan meydan hesap soran da bu ruhtur.
Afrin yolunda nereye gittiği sorulunca hiç düşünmeden “Kızılelma’ya” diyen, ailesine söyleyecek sözü sorulduğunda “Beklemesinler” diye ekleyen Mehmetçik; bu ruhla donanmıştır.
Yarınların büyük Türkiye’si de bu ruh ve bu inançla yükselecek, ufukların dahi ötesine geçecektir.
Sarıkamış, işte bu ruhun nelere kadir olabileceğinin vesikalarından biridir. Bu yüzden yurdun dört bir yanındaki Sarıkamış anmalarına iştirak eden, bilhassa da “Gençlik Şühedanın İzinde” diyerek yollara düşen kardeşlerimizi tebrik ederim. Onlar sadece karlar arasında kaybolan şehitlerin ayak izini değil, bu milletin vatan toprağına bıraktığı parmak izini takip edeceklerdir. Çünkü bu toprakları vatan yapan, o gün vurdukça ışıldayan şehit bedenleridir.
Büyük Akif şu mısralarında; Sarıkamış’a gelen her bir gencin esasen nereye bakması ve neyi dinlemesi gerektiğini çok açık bir şekilde izah etmektedir:
“Eşele bir, yerleri örten karı
Ot değil onlar dedenin saçları
Dinle şehit sesleridir rüzgârı
Haydi git evladım uğurlar ola.”
Gerçekten Sarıkamış, toprağı sıksanız şehitlerin maneviyatının fışkıracağı bir şehirdir. Her bir köşesinde bizlere ayrı bir ders vermekte; her taşı bize başka bir hakikati aktarmaktadır.
Bu hakikatlerin en anlamlısını ise şehitlerimizin mezar taşları ve künyeleri vermektedir. Vatan toprağının tapusu olan o taşlarda şühedanın geldiği memleketler yazmaktadır. İzmir’den Van’a, Urfa’dan Trabzon’a, Diyarbakır’dan Rize’ye uzanan bu geniş coğrafyanın neredeyse her şehrinden bir şehit; Sarıkamış’ta yatmaktadır. Onlar uğruna dövüşüp öldükleri bu toprakta ebedi istirahatlerine dalarken dahi; omuz omuza yaşamanın, omuz omuza mücadele etmenin ve gerekirse omuz omuza ölmenin kıymetini bizlere bir kez daha anlatmaktadır.
Bugün de şehitlerimizin hatırasını yaşatmak için Türkiye’nin pek çok yanından Sarıkamış’a gelenler vardır. Türkiye’nin dört bir yanından gelen gençlerimiz; ecdattan evlada miras kalan sancağın yere düşmeyeceğini bize müjdelemektedir. Sağ olsunlar. Var olsunlar.