Değerli akademisyenler, kıymetli gençler, muhterem dinleyiciler; hepinizi hürmet ve muhabbet ile selâmlarım.
Anadolu taşrasından İstanbul’a geldiğimiz ilk günlerde hem akademik hayat hem de memleket meseleleri üzerine mesai harcamaya başlamıştık. Ortada pek çok problem olsa da kuşkusuz en büyük derdimiz, bölücü ve yıkıcı faaliyetlerin yaygınlaşmasıydı. Anarşi, toplumun damarlarına bir zehir gibi zerk edilmekteydi. Bu gidişata karşı durmayı, şiar ve şuur vazifelerimizin ilk sırasına yazmıştık.
İşte o günlerde; fikirsel dinamiğimizi besleyecek kaynaklar ve kişiler alakamızı celp ederdi. Onların yazdıklarıyla, mücadelemizin zihinsel temelini inşa ederdik.
Bu arayış vesilesiyle karşılaştığımız pek çok ismin arasında; unutulmayacak bir sima tebarüz etti. Ortaya koyduğu eserlerde; hem sorumlu bir aydının akademik ciddiyeti hem de milleti için kaygı duyan bir vatanperverin gayreti vardı.
Türkiye’de yaşayan herkesin kulağına bölücülük türküleri, ayrılık masalları fısıldanırken; sesini yükseltenlerden biriydi. Bu milletin, etnik bir karmaşanın ürünü olmadığını; Anadolu topraklarında bin yıldır çalkalanan fırtınanın, adıyla sanıyla TÜRK MİLLETİ olduğunu delilleriyle ortaya koyuyordu. İşte o kelâmı doğru, kalemi keskin münevverimizin ismi, Mehmet Eröz’dü.
Aydın/Söke’nin kara sabanla sürülen tarlalarından akademi koridorlarına uzanan bir hikâyenin kahramanıydı. Fakat biricik umudunu çorak tarlasına tohum diye eken Anadolu insanı; merhûm Eröz Hoca için geçmişte kalan bulanık bir hatıra asla olmadı. Tam aksine onların şahsiyetini ve haysiyetini; bilimsel zeminde temsil etmeyi kendine görev bildi.
Askerlik dönüşü memuriyete başladığı şeker fabrikası müfettiş yardımcılığından, kendisine ciddi bir iş verilmediği için istifa edecek kadar hassasiyet sahibiydi. Çünkü Mehmet Eröz; devletten aldığı her kuruşta yetimlerin hakkını gören, tertemiz vatan evlatlarından biriydi. Sonrasında bir başka değerimiz Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun asistanı olarak, İstanbul Üniversitesi’ne girdi. Şeker fabrikasından genç bir müfettişken gösterdiği hassasiyeti; son nefesini verdiği güne dek sürdürdü. Asistanlığından profesörlüğüne kadar görev yaptığı bu üniversitede; aldığı her kuruşu helâl ettirdi. Milletimiz için değer üretti, fikir geliştirdi, çalışma yürüttü.
O çalışmaların her birinde, Türk milletinin bir başka kesimine eğildi ve onlara dair gerçekleri bilim camiasıyla paylaştı.
“Yörüklerin İktisadî ve İçtimaî Teşkilâtı” isimli tezle doktor; “Türkiye’de Alevilik ve Bektaşilik” adlı çalışmayla da profesör oldu. Yine akademik hayatının bir başka önemli çalışması “Doğu Anadolu Hakkında Sosyo-kültürel Bir Araştırma” başlığı altında yayınlandı. Bunları hazırlarken, asla masa başından ahkâm kesme hatasına düşmedi. Bizzat kendi cebinden karşıladığı saha araştırmalarıyla, iddiasını ispat etti.
Eski hatıralarından bahis açarak söylediği gibi; çocukluğunun en huzur verici anları, tahtacıların, abdalların yani Anadolu Alevîlerinin yanında geçmişti. Bu sebeple de maddi ve manevi yükü ağır olan saha araştırmalarını yürütürken; çocuksu bir heyecanı yüreğinden eksik etmiyordu. Zaten kendisini tanıyan pek çok kişinin ortaklaşa şekilde dile getirdiği üzere; Eröz Hoca, “yüreğiyle konuşan” bir insandı.
Hoca, var olan hakikatin resmini ortaya koyup kenara çekilmiyordu. Ayrılıkların yok olması, kışkırtmaların geçit bulmaması için çözüm önerileri ortaya koyuyordu. Karanlık ellerin durmaksızın tetiklemeye çalıştığı fay hatlarını, tamir etmeye uğraşıyordu.
Çünkü Eröz Hoca; toplumdan habersiz toplumbilimcilerden değildi. Bu milletin, milli birlik ve beraberlik ruhuna; ekmek kadar, su kadar, hava kadar ihtiyacı olduğunu biliyordu. O yüzden de kalemini bir cerrah neşteri kadar hassasiyetle kullanarak; asırlık yaralara şifa bulmanın yollarını arıyordu.
Hem Alevilere hem de Doğu Anadolu Türklüğü’ne dair kaleme aldığı büyük eserler; bu arayışın ürünleriydi. Bilhassa Doğu Anadolu meselesinde; hem o diyarların, özbeöz Türk yurdu olduklarını ortaya koyuyor hem de Kürt ile Türkmen’in, ayrışmaya izin vermeyecek ölçüde iç içe geçtiğini vurguluyordu.
Ziya Gökalp’ten bu yana görmezden gelinen bu mevzuya, Eröz Hoca parmak basmış ve batıdan doğuya uzanan kültürel köprüler kurmaya uğraşmıştı. Bölücü provokasyonlara karşı, tarihi kardeşliğimizi dile getirdiği çalışmaların esas kıymeti; içinde kör bir hamasetin değil, tam aksine ilmî dayanakların olmasıydı.
Tarihî vesikalardan ve saha verilerinden beslenen bu eserler; geçmişte olduğu gibi, gelecekte de kıymetini her daim muhafaza etmelidir. Eröz Hoca’nın ilmî mirası; Türkiye’nin yol haritası için, önemli uyarı levhaları olarak algılanmalıdır.
Şüphesiz ki bir Türk milliyetçisi olarak benim açımdan Mehmet Eröz Hoca’nın bir başka önemi de kendisinin 70’li yıllarda kaleme aldığı dergi yazılarıdır. Milliyetçilik adına kayda değer söz söyleyen neşriyatın tamamında, Mehmet Eröz’ün imzası vardır.
Merhum Eröz’ün yazılarında; Kaşgarlı Mahmud’dan Ali Şir Nevaî’ye, Aşık Paşa’dan Vânî Mehmet Efendi’ye, Gökalp’ten Fındıkoğlu’na kadar uzanan bir milliyetçi müktesebat hayat bulmaktadır. Hocamızın bereketli dimağından süzülerek, o dönemin gençlerine ulaşan bu zincirin; bugün de Türk milliyetçisi gençlere yol göstermesi en büyük dileğimizdir.
Bu bin yıllık birikimle büyük önem atfeden liderimiz Sayın Devlet Bahçeli; partimizin Siyaset ve Liderlik Okulu için inşa edilen sınıflara Rahmetli Erol Güngör ve Mehmet Eröz’ün isimlerini vermiştir.
Bu vesileyle yaptığı bir konuşmada “İçinde eğitim aldığınız salonlara isimlerini verdiğimiz Merhum Prof. Dr. Erol Güngör ile Merhum. Prof. Dr. Mehmet Eröz Beylerin açtığı yolda ve verdikleri ilham ile fikirlerinizi olgunlaştırınız” diyerek; gençlerimize doğru istikametin bu kalemlerin izinden gitmek olduğunu vurgulamıştır.
Bu kıymetli anmada; bir araya gelmemize vesile olan Merhum Mehmet Eröz’ün manevi şahsında Türk milletine hizmeti geçmiş bütün ilim ve fikir adamlarımızı rahmetle anıyorum. Hepinizi yeniden hürmet ve muhabbet ile selamlıyorum.